10 Kasım 2017 Cuma

ERCAN FAZLA YÜKSEL'MİŞ

Öncelikle 10 Kasım münasebetiyle Gazi M. Kemal ATATÜRK’ü anıyor, küçülerek büyüyen bir ülke olan Türkiye için yaptıklarından ötürü şükranlarımı sunuyorum. Hasta yatağındayken, kendisini ‘‘tedavi’’ etmeye çalışan doktora vermiş olduğu ÖKE (Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik) soyadı ile bizlere iletmek istediği mesajı tüm ruhumuzla idrak edebilmemizi temenni ediyorum. Bildiğiniz üzere Diyarbakır Büyükşehir Belediye başkanı Gülten Kışanak ve eş başkan Fırat Anlı’nın 31 Ekim 2016 tarihinde tutuklanmalarından sonra Etimesgut Kaymakamı Cumali Atilla, Diyarbakır Belediyesi’ne kayyum olarak atandı. Belediyecilik hizmetini belki de en çok hak eden şehirlerden biri olan Diyarbakır’ın, Hükümet için de ne denli önemli olduğunu söylemeye gerek yok. Bu nedenle orijini bürokrasiden gelen Sayın Atilla’ya yardım etmesi için Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan tarafından bir ekip görevlendirildi. Bu doğrultuda 11 Kasım 2106 tarihinde Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne danışmanlık yapmak bilgi ve birikimlerini aktarmak üzere görevlendirildi. Karaosmanoğlu, çalışma ekibini de şehrimize göndermekten kaçınmadı. İster görev ve vatan aşkı diyin, ister Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan korkusundan diyin, geldikleri ilk günden itibaren çalışmaya başladılar. Buraya kadar her şey güzel. Nitekim bu güzellikleri yazmak için Kocaeli’nden gelen yazar Yüksel Ercan, şehrimizde yapılan çalışma ve iyileştirmeleri kaleme almış. Almış almasına da biraz abartmış. Öyle de abartmış ki, şehrimizi inciten cinsten. Su ve elektrik abonelikleri olmadan lüks dairelerde oturulduğunda tutun da Diyarbakır’daki belediye ekibinin hiçbir can güvenliğinin olmadığını, çarşı pazarda dolaşamadıklarını ifade etmiş. Oysaki Sayın Başkan ve ekibini gittiğim çoğu mekânda görüyorum. Halkla ile de ilişkileri iyi, selamlaşıp, hal hatır sormadan es geçmiyor kimseyi. Ercan, yazısının devamında belediye ekibinin açık hedef olduklarını belirtip ailelerini dahi şehrimize getiremediklerini yazmış. Burada doğrudan açık hedef olup görevini yapan güvenlik güçleri aileleriyle gelebiliyorken, zannımca belediye görevlileri de ailelerini getirebilir. Unutulmamalıdır ki, İstanbul, Ankara ya da Kocaeli ne kadar güvenilirse, Diyarbakır’da o kadar güvenilirdir. Velhasıl gönül isterdi ki, yazarımız Diyarbakır insanının misafirperverliğinden, hoş sohbetinden, insanlığından da biraz bahsetseydi. Bahsetseydi de, sadece beton köprülerle değil gönül köprüleriyle de Diyarbakır-Kocaeli arasında bağ kurulsaydı. Bu arada, Diyarbakır’da bir özel sağlık kuruluşunun yapmaya çalıştığı usulsüzlüğe karşı şikâyet ve ihbarda bulunduğum Başbakanlık İletişim Merkezi (BİMER) hemen harekete geçerek mağduriyet ve kafamdaki soru işaretlerini giderdi. Buradan kendilerine teşekkürlerimi sunuyorum. Bir diğer teşekkürü ise beni bu yaşa getiren, kendisi ise yarın 55. yaşına basacak olan değerli babama sunuyor, ellerinden öpüyorum. Nice mutlu, sağlıklı yıllara.

17 Eylül 2017 Pazar

Bir Başbakan'ın Cinayet Günü: 17 Eylül

‘‘Türkiye’ye on sene başbakanlık yaptım. Sekiz senemi Türk tarihi yazacak, iki senemi de dalkavuklarım. Oğlum Yüksel'in devlet tarafından okutulmasını istiyorum. Kaleminden altın damlasın. Bizim gibi olmasın.’’ Adnan Menderes Bugün günlerden 17 Eylül… Bundan tam 56 yıl önce, Adnan Menderes, bir hücumbota bindirilerek Yassıada’dan, İmralı adasına götürüldü. Bir gün önce Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan da burada idam edilmişti. Menderes’in bundan haberi yoktu ancak her şeyi anlamıştı. Artık son yolculuğuna çıkıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 9. Başbakanı Adnan Menderes, 27 Mayıs 1960 günü yapılan askeri darbe neticesinde silah zoru ile iktidardan indirilirken, suçu ‘‘Anayasa İhlali’’ olarak zabıtlara geçti. Aslında bu Menderes’e karşı yapılan ilk darbe girişimi değildi. 6 Haziran 1950 tarihinde de böylesi bir darbe kalkışmasından yara almadan çıkabilen Menderes, başta Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman ve bütün üst komuta kademesi olmak üzere 15 general ve 150 albayı re’sen emekliye sevk etmişti. Ancak bu sefer olmamıştı. 27 Mayıs 1960 sabaha karşı saat 4.00’te radyoda Kurmay Albay Alparslan Türkeş, TSK olarak yönetime el koyduklarını ilan etti ve askeri darbenin sebeplerini bir radyo bildirisi ile halka duyurdu. Türkiye’de sivil otorite ve halk ne yazık ki silaha karşı boyun eğmek zorunda kalmıştı. Peki, idam edilecek kadar büyük ne suç işlemiş olabilirdi ki Menderes? Öncelikle ‘‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’’ hususunda CHP ile ters düşerek, parti içi muhalefet dolayısıyla partisinden ihraç edilince Demokrat Parti’yi kurdu. ‘‘Yeter! Söz milletin’’ diyerek ülkedeki hakim devlet partisi yapısını alt üst etti. Başka ne mi yaptı? Paralara mevcut Cumhurbaşkanı’nın resmi yerine, ülkenin kurucu lideri M. Kemal Atatürk’ün resminin basılması uygulamasını başlattı. Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasını da serbest bıraktı. 1951’de Kore’ye asker göndererek Türkiye’nin, 1952’de NATO'ya tam üye olmasını sağladı. Marshall Planı’nın da katkısıyla ülkede yeni sanayi tesisleri kurulan Menderes döneminde, Türkiye'nin gayri safi milli hâsılası yılda ortalama yüzde dokuz büyüdü. Nitekim tüm bunlar sonucunda, Demokrat Parti, 1954’te yapılan seçimlerde oyların yüzde 57,6’sını alarak büyük bir zafer kazandı ki bu, Türkiye tarihinde demokratik bir seçimde bir siyasi parti tarafından ulaşılan en yüksek orandı ve bir daha da bu orana ulaşılamadı. Dış politikada da önemli işler başarıldı. Kıbrıs konusunda 11 Şubat 1959’da imzalanan Londra ve Zürih anlaşmaları ile bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi ve çözümün Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından garanti edilmesi ilkelerine dayandırıldı. Yahu! Menderes iktidarında hiç mi kötü şeyler olmadı derseniz, kötü şeyler de oldu tabi ki. 1955’ten itibaren başlayan dünya genelindeki ekonomik durağanlık ve aynı dönemdeki Kıbrıs görüşmeleri sonrasındaki 6-7 Eylül Olayları, Vatan Cephesi denemeleri, Menderes iktidarını çıkmaza sokan hususlardı. Tabi ki bunların hiçbiri darbe yapmayı meşru kılmamalıydı. Ama kıldı. Göstermelik yargı süreci başlatıldı. Gölge oyunu oynandı. Anayasa ihlali başta olmak üzere sayısız ve mesnetsiz suçlamalar karşısında kalan Menderes ve yoldaşlarına (Polatkan, Bayar, Zorlu ve diğerleri), kendilerini savunma hakkı dahi tanınmadı. Öyle ki Mahkeme başkanı Salim Başol, Menderes’in, “Savunma hakkımız kısa kesiliyor” sözlerine “Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor’’ diyerek karşılık verdi. Yassıada’da bu şartlar altında 9 ay boyunca 20’ye yakın davada kendini savunmaya çalışan Demokrat Partililer ile ilgili karar 15 Eylül günü açıklandı. Mahkeme Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, TBMM eski başkanı Refik Koraltan başta olmak üzere 15 sanık hakkında idam kararı verdi. Menderes idam kararının verildiği gün hastalığı dolayısıyla duruşmaya katılamamıştı. İki gün sonra 17 Eylül sabahı Menderes’in odasına biri profesör iki doktor ve ada komutanı girdi. Doktorlar Menderes’i son kez muayene etti. İdam edilmesine karar verilen Menderes’e, prostat muayenesi yapan bu aşağılık zihniyete karşı Menderes, ‘‘İstirham ediyorum, yapmayın’’ dedi. Yaşanan bu işkencenin ardından, Menderes’e, “Efendim sizi hastaneye götüreceğiz” dediler. Hastaneden kasıt idam sehpasıydı. Menderes, 17 Eylül saat 13.21’de İmralı Adası’nda idam edildi. İdam sehpasına çıkarıldıktan sonra ailesine ve milletine son sözleri ise şunlar oldu: ‘‘Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda devletim ve milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum...’’ Menderes idam edildikten bir gün sonra, evinin kapısına iki kâğıt asılmıştı. Kâğıtlardan birinde Menderes'in neden asıldığı açıklanırken, diğerinde ise cellâda ödenen para miktarı yazılıydı. O cellât ki, ipte sallanan Menderes’in ayakkabılarına bakarak ‘‘Bu ayakkabılar benim olacak!’’ diyebilen bir vicdan yoksunuydu. Aile, bunu da sineye çekerek cellâda verilen parayı devlete ödedi. Velhasıl bu ülkeden bir Menderes gelip geçti. Merak ediyorum, 1990 yılında çıkardığı yasayla, Menderes, Polatkan ve Zorlu'ya itibarlarını iade eden TBMM, cellâda verilen parayı da iade etmiş midir? Selametle… Putları taşa tutmanın Güçlüğünü geç anladım. Delileri avutmanın Hiçliğini geç anladım. . İhtiraslar dursun diye Şehri sığdırdım köye Her bedenin ayrı şeye Açlığını geç anladım. . “Safkan” dedikleri atın Ünü büyük pek çok zatın Bir yerde ilmin, sanatın Piçliğini geç anladım. . Su taşırken kalbur, file Susmak gerekirmiş dile Yazık... Geç kalmanın bile; Geçliğini geç anladım. (Abdürrahim Karakoç)

14 Eylül 2017 Perşembe

NE OLUYOR BİZE?

Geçmişten bu yana, Türkiye’de ne zaman ortalık karıştırılmaya çalışılsa, ya laiklik ya din elden gidiyor diye bir heyula ortada dolaştırılır. Bu kimi zaman Kubilay’ı şehit eden bir meczup tarafından gerçekleştirilir, kimi zaman başörtüsü ile sorunu olan bir ‘‘sapık’’ tarafından. Kimi zaman da milletin giyim tarzına müdahaleyi kendine görev edinmiş bir ‘‘sapık’’ tarafından. Yahu neler oluyor bize? Daha doğrusu neler oluyor size? Çünkü bunları yapanlarla biz, biz olamayız. Bir insana, şort giydi diye müdahale etmek size mi düştü? Bir çift yolda el ele tutuştu diye saldırmak hangi akla hizmet? Her insan, kendi yaptıklarından sorumluyken, başkasına zarar vermediği müddetçe devletin bile müdahale hakkı yokken, siz kim oluyorsunuz da ahlak bekçiliğine soyunuyorsunuz? Bunlar hangi aklın nüveleri, hangi habis amacın kuklaları gerçekten bilemiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum ki, giydiği kıyafet yüzünden bir kadına şiddet uygulayan zihniyet ile zavallı Özgecan’a tecavüz edip öldüren zihniyet, aynı sapık zihniyet.Yine de ülkemizde böylesi sapkın düşünceye sahip olanların çok az olduğu düşüncesindeyim. Ancak süte düşen sinek misali mide bulandırması bile yetiyor. Seksen milyon insanın yaşadığı ülkemizde bunları belki tamamen yok edemeyiz lakin en azından hem toplumsal hem de hukuksal bazda caydırıcı önlemler almamız gerekiyor. Kimse bana bunları topluma kazandıralım martavalı okumasın. Sosyal ve toplumsal alanda yapıcı bir düşünceye sahip olmakla beraber, bu konular da çözümün bu olduğunu düşünmüyorum. Bu hastalıklı zihniyetlerin ıslah edilmesi pek mümkün görünmüyor bana. Bunlara karşı toplumsal (mobbing) ve hukuksal alanlarda öyle yaptırımlar uygulanmalı ki, en azından bu habis düşüncelerini olabildiğince bastırmak zorunda kalsınlar. Kalsınlar ki, tahrik indirimi ile üç beş gün yatıp sonra sahte kahramanlık edası ile ortada gezemesinler. Neyse ki, bu husus ile alakalı toplumun da üzerine eğilmesiyle gerekli hukuki düzenleme/iyileştirmeler yapılmaya başlandı. Tabi ki böylesi sapkınlıkların ne yapılsa da tamamen bitmeyeceğini biliyorum. Ancak dileğim, asgari seviyeye indirilmesi. Selametle… Yüz daha versen yüz uman yüzler bilirim, Yokuşlara kardeş olan düzler bilirim, Dünya öküzün üstünde derler ama, Dünyanın üstünde nice öküzler bilirim. (Necip Fazıl Kısakürek)

7 Eylül 2017 Perşembe

LA GALİBE İLLALLAH

Evvela; hocaların hocası olarak bilinen, ülkenin yetiştirdiği en önemli sosyolog ve ilim adamlarından olan değerli Şerif Mardin Hoca’ya, Allah’tan (cc) rahmet diliyorum. Başımız sağ olsun. Myanmar’da, Arakan Müslümanlarına yönelik katliam devam ediyor. Ota bile saygı duyduklarını ifade eden Budistler, ot yakar gibi insan yakıyor. 1989 Nobel Barış ödüllü Dalay Lama’dan da, Kuzey Hindistan’daki Dramsala Manastırı sözcülerinden de çıt çıkmıyor. Bu nedenle, ben de bu konu ile alakalı yazılar kaleme almaya devam ediyorum/edeceğim. Myanmar’ın Nobel Barış ödüllü lideri, felsefeci Aung San Suu Kyi yaşanan katliamdan dolayı Müslüman grupları suçlamaya devam ediyor. BM ise ortalıkta gözükmüyor. İslam İşbirliği Konferansı da bildiğiniz gibi. Arap Birliği mi, o da ne? Velhasıl, kahrolmak için o kadar çok sebebimiz var ki… En acı olanı da, kendimize etiğimiz zulüm. Şairin dediği gibi; Bizsiz, bize yetmezdi güçleri, Bizimle güçlenerek yettiler bize… Onlar, Müslümanlara karşı bu denli ortak hareket halindeyken biz ne yapıyoruz? Türkiye, yine büyüklüğünü gösterip gerekli adımları atsa da, dünyanın ‘‘beşten’’ büyük olduğunu göstermek için diğer Müslüman ülkelerin de ayağa kalkması gerekiyor. Zalimden merhamet beklemek yerine mücadele ile bitmek daha evladır. Şimdi burada binlerce keşke ile başlayan cümle sıralayabilir. Ama o bile gönlümden geçmiyor. Yine de birkaç kelam edecem; Gönül isterdi ki, 1. Cihan Harbi’nde, İngilizlerin esir aldığı binlerce Mehmetçiğimiz, Burma’da (Myanmar) şehit olmasın. Gönül isterdi ki, Süleyman Askeri, stratejik bir hata yapıp binlerce erimizi şehit vermesin. Hayalperest olduğu kadar cesur ve namuslu olduğu için beylik silahını şakağına dayayıp tetiğe basmak zorunda kalmasın. Gönül isterdi ki, Hac’da bayram namazı hutbesinde Mekke’den dünyaya bir ses yükselsin. Gönül isterdi ki, Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan, yalnız değil, diğer İslam ülkeleri liderlerinin eşleri ile kol kola Bangladeş’i ziyaret etsin. Gönül isterdi ki petrol, Arap liderleri tahtlarına bu denli yapıştırmış olmasın. Velhasıl gönül, daha nice şey isterdi… Tabi bir de Allah’ın (cc) ne istediği var. İşittik ve itaat ettik. Allah (cc) muhakkak işinde galiptir. Görünen ne olursa olsun, kim yenerse yensin, kim yenilirse yenilsin, Galip olan hâkim olan, yapan ve yaptıran O’dur. Ya Rab, sen ki Muhammed Mustafa’ya dahi yenilgi sınavını yaşatansın. Sen zulmetmezsin Ya Rabbi. Ya Rabbi, inandık ve tasdik ettik, zulmeden biziz Ya Rabbi. Senin yolunda kenetlenmeyip benlik hevesiyle ayrı düştüğümüz ve bölündüğümüz için kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için düşmanda şimdi bize zulmediyor. Bütün zalimlerden sana sığındık Ya Rabbi, Bizler gafil olduk, günahkâr olduk, mahkûm olduk, mağlup olduk. Kuran ve sünnetin hikmetleriyle uyanmadık. Sen bizleri düşmanın saldırılarıyla uyandırdın. Şimdide lütfet Ya Rabbi, bize bu saldırıları def edecek güç, inanç ve enerji ver.

VAKIF VE CEMAATLER

Epeydir aklımda bir çatışma hali var. Nedeni, cemaat ve vakıflar. Bazen vakıf ve cemaatler eliyle yapılan yolsuzluk ve haksızlıklar nedeniyle böylesi tüm yapılara öfkelenirken, bazen de bu yapılar olmadan devletin her yere şefkat ve yardım elinin yetişemeyeceğini düşünüyorum. Malumunuz ‘‘Hizmet Hareketi’’ olarak bilinen Neo-Mason hareketi ile gerek ülkemizde gerekse dünyada milyonlarca Müslüman, büyük bir hayal kırıklığına gark oldu. ‘‘Medeniyetler Çatışması’’ tezi ile belli bir plan kapsamında ilerleyen bu proje, Soğuk Savaş sürecinde oluşturulan Kızıl Tehlike’nin yerini alan Yeşil Tehlike olarak tüm dünyaya pompalandı. Bu yapılırken de, özellikle DAEŞ, NUSRA, EL KAİDE, BOKO HARAM, TEVHİD SELAM gibi radikal terör örgütleri kullanıldı/kullanılıyor. Fark ettiyseniz radikal İslami terör örgütleri demiyorum. Çünkü bu bile bir algı operasyonu ve Müslümanların dahi zihinlerine yerleştirilmeye çalışılan bir söylem. İslam ile terörü yan yana getirmek için kurguladıkları bir oyun. Neyse konuyu fazla dağıtmayalım. Bahsini ettiğim bu radikal örgütler ile İslamiyet’i, bir savaş ve barbarlık dini olarak gösteren habis yapılar, böylece akıllarınca ürettikleri tezleri meşru kılmaya çalışıyorlar. Engizisyon sistemlerini, skolâstik düşünce dönemlerini, cennet tüccarlığı geçmişlerini, hiç akıllarına bile getirmeden. Tüm bu kara kampanyalara karşı belki de tüm Müslüman âlemi için bir umut ışığı olarak görülen ‘‘Hizmet Hareketi’’, ne yazık ki tüm ümmet adına bir hezimet halini aldı. Batı’nın ‘‘Ilımlı İslam’’ olarak adlandırıp desteklediği bu hareket, özelikle ‘‘Dinler Arası Diyalog’’ kisvesi altında diğer dinler ile hoşgörü ve sevgi esaslı bir hareket başlattığını ifade ederek neredeyse tüm Müslüman âlemden destek gördü. Kim bilebilirdi ki, milletimiz ve dinimizin en derin yaralarından biri olacağını… Zaten kukla olan, eli kanlı terör örgütleriyle hedef alınan İslamiyet, sözüm ona ılımlı olarak görülen bir cemaat (örgüt) eliyle en büyük darbeyi aldı. Birçok Müslüman’ın temiz duygularla yardım ettiği bu hareket, yaşananlar neticesinde herkesin manevi duygularında hasara yol açtı. Velhasıl öyle ya da böyle, Batı uygulamaya koyduğu projeyi bir ölçüde gerçekleştiriyor. Peki, bizim ne yapmamız gerek onu düşünmeliyiz. Yüzyıl öncesindeki gibi, iyi/kötü ayırt etmeden hepsinin kapısına kilit mi vuralım? Samimi/yobaz demeden hepsini darağacında mı sallandıralım? Yoksa batının ekmeğine yağ sürmek yerine, dinimize daha sıkı mı sarılalım… Ne dersiniz? Yazının başında da ifade ettiğim gibi en güçlü devletlerin bile yeterli olamadığı, tıkandığı pek çok husus vardır. Özellikle sosyal refah gibi konularda tüm ülke sathında etkin olamayan devlet kademelerinin, bu husustaki sorumluluğunu bir anlamda vakıf ve cemaatler üstlenmektedir. Yoksulların yaralarının sarılmasından tutalım da hakiki dini bilgilerin aktarılmasına kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteren cemaatler, böylece ‘‘welfare state’’ (sosyal refah devleti) denen olgunun oluşmasında önem arz ederler. Ancak bu, cemaatlerin siyasallaşmasını tabi ki meşru kılmaz. Zaten hassas denge de burası olmalıdır. Bir cemaat, siyasete girdiği an, artık bir hizip, bir parti halini alır ki, bu onun tüm maneviyatının son bulması anlamına gelir. Bir mizan kadar hassas olunması gereken bu konu, ne yazık ki zaman zaman göz ardı ediliyor. Cemaatler, maneviyattan uzaklaşıp giderek dünyevileşen bir hal alıyor. İşte son örneği FETÖ… Eğer bir daha böylesi günler yaşamak istemiyorsak, öncelikle biz bireyler olarak, Yüce Yaradan’ın bizlere bahşettiği aklı kullanarak, onun ışığında hareket etmeliyiz. Toplum olarak bizim, yönetici olarak ise devlet erklerinin, yaşananlardan ders almış olması en büyük temennim. Hülasa diyeceğim, suçlu ne vakıflardır ne de cemaatler. Suç, her zaman olduğu gibi benlik hevesine kapılan insanoğlundadır. Biz kendimizi düzeltmezsek, aklımızı ışık, dinimizi ise rehber edinmezsek, daha çok aldanırız, daha çok aldatılırız. Selametle… Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez, Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz. Şeriatsiz hakkikat batıl, hakikatsiz şeriat atıldır. Şeriati olamayan bir kul, hakikatte evliyanın seri dahi olsa, Hakk’a asidir. (Niyazı-i Mısri)

İSLAMOFOBİ VE ARAKAN

Arakan kelimesini zaman zaman duyarız. Kimimiz, ne/neresi olduğunu bile bilmez, kimimiz ise yapılan vahşete karşı ‘‘vah vah’’ der geçeriz. Burma (Myanmar) sınırları içerisinde bir bölgenin adı olan Arakan, Hindiçini yarımadasında yer almaktadır. Osmanlı İmparatorluğu sayesinde İslamiyet’le tanışan bu topraklar, o dönemden bu yana, tüm baskı ve zorlama politikalarına rağmen inançlarından ödün vermemişlerdir. Öyle ki, Prof. Dr. Erhan Afyoncu’nun ifadesiyle, 1912 Balkan Savaşları sırasında dahi tıpkı Hintli Müslümanlar gibi aralarında para toplayarak orduya yardım gönderen Burma’da, Milli Mücadele yıllarında ise Gazi M. Kemal Paşa’nın posterleri tüm sokaklara asılmıştır. İşte bu Arakan’da, şu aralar yine büyük bir katliam var. Nitekim Avrupa Rohingya Konseyi sözcüsü Dr. Anita Schug’un ifadelerine göre Arakan’da son beş günde öldürülen Müslüman sayısı üç bine dayanmış durumda. ‘‘Postmodern’’ bir komünist cunta rejimi ile yönetilen Burma’da, Müslümanlara kimlik dahi verilmeyip, tüm özlük haklarından mahrum bırakma politikası güdülüyor. Bununla yetinilmediği zamanlarda ise sistemli olarak ve devlet eliyle katliam uygulanıyor. Velhasıl, nüfusun neredeyse yüzde yetmişini oluşturan ve Budist inanışa sahip olan Rakhine etnik halkına nazaran, azınlıkta olan Müslümanlar (yaklaşık dört milyon), Burma ile Bangladeş arasındaki bir cenderede yaşam mücadelesi vermekteler. Budist halk ve rejim güçleri tarafından kuşatılan Arakan’lı Müslümanlar’a, ivedi bir şekilde yardım edilmezse, ölü sayısının çok daha fazla olacağı tahmin ediliyor. Birleşmiş Milletler, Arakan’ı dünyanın en çok eziyet gören bölgelerinden biri olarak tanımlasa da, maalesef uygulamada hiçbir pozitif adım atılmıyor. Avrupa ise kör ve sağırı oynuyor. Merak ediyorum, Charlie Hebdo saldırısında ölen 12 kişi için bir araya gelen yaklaşık 50 ülke başkanı, Arakan’da katledilen binlerce Müslüman için de bir araya gelmeyi düşünüyor mu? Ülkenin Nobel Barış ödüllü lideri Aung San Suu Kyi ise Müslümanları suçlayarak, güvenlik güçlerinin teröristler ile mücadele edildiğini ifade ediyor. Görüldüğü gibi Burma’da sessiz ve derinden bir soykırım uygulanırken, dünya ise olup biteni seyretmekle yetiniyor. ‘‘Müslümanlar olarak biz ne yapıyoruz?’’ dediğinizi tahmin edebiliyorum. Sonuna kadar haklısınız. İslam Dünyası bu konuda ne yapıyor? Mezhep ve çıkar çatışması nedeniyle birbirlerinin kuyusunu kazmaktan başka! İslam İş Birliği Teşkilatı ne işe yarar hala anlayabilmiş değilim. Petrol, Arap şeyhlerinin kanına bu kadar mı işlemiş ki kendi kanlarının yardımına koşmaktan bu kadar acizler! Velhasıl… Sırf Müslüman olduğu için başı gövdesinden ayrılanlar… Her an katledilme korkusuyla yaşayanlar… Üzerine açlık… Üzerine sefalet… Aman sen de… Kimin umurunda ki? Öyle ya, bize dokunmayan yılan, varsın bin yaşasın. Değil mi? Dilsiz Şeytan olmak varken, başımızı ağrıtmak da niye… Zulmün olduğu yerde, tarafsızlık namussuzlukmuş… Halt etmişsin sen, Cemil Meriç… Hele sen Akif, ne de boş yazmışsın bu dizeleri!… Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, boğarım! Boğamazsın ki! Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Adam aldırmada geç git! diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu… İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu? (M. Akif Ersoy-Zulmü Alkışlayamam Şiirinden)

ÇİFTE BAYRAMIMIZ

Ne mutlu ki, önümüzdeki günlerde milletçe çifte bayram sevincini yaşayacağız. Sonsuz merhamet sahibi olan yüce Allah’ın, Hz. İbrahim’e, evladı yerine kurban etmesi için bir koç göndermesiyle hulul eden Kurban Bayramı ile Anadolu’nun vatanımız olarak kalmasını sağlayan 30 Ağustos (Başkomutanlık Meydan Muharebesi) Zafer Bayramı’nı kutlayacağız. Bir taraftan yüce dinimiz olan İslam’ın gereklerinden birini yerine getirip, bir nebze de olsa yoksulların yarasını sararken diğer taraftan bu vatan için can vermiş, kan dökmüş aziz şehitlerimizi ve bizim için verdikleri mücadeleyi anacağız. Ne mutlu ki böyle bir imana, böyle bir tarihe ve böyle bir millete sahibiz. Ancak ne yazık ki böylesi denk zamanlarda, muhakkak bir iki kendini bilmez ortaya çıkar. Bir ‘‘ötekileştirme’’ heyulasını ortada gezdirilir. Bu, kimi zaman zafer karşılaştırması şeklinde olur, kimi zaman ‘‘siz-biz’’ şeklinde. Bu topraklar için can verenlerin, ‘‘sizli bizli’’ olmayalım diye kan döktüklerini akıllarına getirmeden. Bunlardan biri de, Zafer Bayramı’na ‘‘bayramımız’’, Kurban Bayramına ise ‘‘Bayramınız’’ ifadelerini kullanan CHP’li Kadıköy Belediyesi. Meşruiyet ‘‘mazeretlerini’’ tahmin edebiliyorum. Ya laik devlet yapısında Müslüman olmayan vatandaşların da dikkate alınarak böylesi bir üslup kullanıldığını ifade edecekler. Ya da işin daha da kolayına kaçarak ‘‘basım hatası’’ olduğunu açıklayacaklar. Tüm bunlara inat, diyeceğim; Kurban Bayramı da bizimdir, Zafer Bayramı da. Ne yobazların dini yozlaştırmasına izin veririz, ne de kafatasçı milliyetçilerin ya da radikal laiklerin dinimizi geri plana atmasına. H. Nihal Atsız’ın, İtalya faşist lideri Benito Mussolini’ye söylediğinin aksine ‘‘Din Arabın, harp Türklüğün’’ değildir. Din de bizimdir, harp de. Tanrı Dağı’nda da biz varız, Hira Dağı’nda da. Biz, bizi biz yapanlarla bin yıldır bu topraklardayız ve de olacağız. Tarihimiz, medeniyetimiz ve imanımızla. Selametle… Sorma bana oymağımı, boyumu Beş bin yıldır millet gibi yaşarım Süngü beni ayırsa da vahdetimi unutmam Dilde, dinde müşterekiz, hep gelmişiz bir belden Devletimin kaygusuyla milletimi unutmam Anadolu bir iç deniz, ayrılamaz dış elden. Ziya Gökalp (Millet)